Her hafta iki yazar, Bookends’te kitap dünyasına dair soruları ele alıyor.Bu hafta Adam Kirsch ve Mohsin Hamid The Sopranos ve The Wire gibi dizilerin Charles Dickens ve Henry James gibi yazarların romanlarıyla kıyas edilip edilemeyeceği hakkında yazdılar.
Adam Kirsch
Televizyona yöneltilebilecek asıl eleştiri, televizyonun Dickens’in maceraperestliğine erişememesidir.
Televizyonun uzun süredir oldukça kötü olmasıyla beraber kaliteli televizyon yapımlarının gelişiyle bu düşüncenin azalmış olması beni şaşırtmamıştır. The Sopranos dizisinin 1999 yılındaki gösterime girişinden itibaren televizyon için “altın çağ”ın başladığını söyleyenleri duymaya başlamıştık. Son birkaç yıldır ise televizyonu, yeni romanlar olarak tanımlayan fikirleri duymak sıradan hale geldi. Thomas Doherty, Chronicle of Higher Education’daki yazısında, yeni tür “Arc TV”* den bahsetti ve “ en iyi seviyesinde, Arc TV, Henry James’ın romanlarındaki parçaların uyumu ve sosyal yapı ile karşılaştırabilir durumda” demişti.
Televizyon dizilerini romanlara benzetmek, ikileme düşülmesine yol açıyor. Geneleksel olarak Edebiyata ait olan saygınlığı ve giriftliği televizyon ile ilişkilendirerek yapılan bu karşılaştırma, açıkçası televizyona itibar kazandırmak için yapılmıştır. Fakat aynı zamanda bu edebiyata bir çeşit saldırıdır, zira bu karşılaştırma romanın rolünü, kendisinden daha genç, daha popüler ve daha dinamik olan sanat formuna devrettiği izlenimini uyandırıyor. Edebiyat hakkında karışık duygular (meziyetlerini almak isterken aynı zamanda onu küçümsemek) bugünkü kültürümüzün tipik bir örneğidir. Mesela roman gibi bir sanat formunun nasıl ele alınacağını pek bilmiyoruz.
Bu bağlamda en çok Charles Dickens’ın adının geçmesi şaşırtıcı değil. Shakespeare gibi Dickens de, amacın sahip olduğu ciddiyetin erişebilirliği etkilemediğini kanıtlayan dahi bir yazar ve popüler bir şovmendi. Onun romanları, dizilerin bölümleri gibi bölümlere ayrılırdı ve dizilerdeki gibi çok sayıda küçük karaktere sahipti. Özellikle “The Wire”, Amerika’daki yoksulluğa ve sosyal sınıfları detaylıca anlattığı için Charles Dickens’in bir romanına benzetilir. Bill Moyers’in daha sonra meşhur olan “Dickens, Viktorya Londra’sı için ne ise David Simon (The Wire senaristi) bugünün Amerika’sı için odur.” sözünün burada hatırlanması gerek.
Televizyonun yeni bir kalite seviyesine ulaştığı izlenimini veren Dickens karşılaştırması, modern filmin ilk zamanlarını hatırlatıyor olması da ayrı bir ironi. 1944’te dahi Sergei Eisenstein’in mihenktaşı mahiyetindeki denemesinde, modern filmin gramerini icat eden D.W. Griffith’in, Dickens’in anlatı tekniklerine son derece borçlu olduğunu öne sürmüştü. Ona göre Dickens, kurgunun gerçek mucidiydi. Eğer bugünün en iyi televizyon yapımları Dickenimsi ise bu hikaye anlatım üslubunun Dickens’ten devşirme olduğundandır. Eisenstein, kendi devrinin sahne melodramlarından etkilendiğine de dikkat çekiyor. İşin doğrusu, televizyona yöneltilebilecek asıl eleştiri, televizyonun Dickens’in maceraperestliğine erişememesidir.
En iyi televizyon yapımlarını Charles Dickens veya Henry James ile karşılaştırmak,romanın ne kadar da başarılı olduğunu gözler önüne seriyor. Örneğin televizyondaki kötüler neredeyse her zaman melodramatik formda olur: Kötü karakterler gangster, uyuşturucu satıcısı veya terörist olur. Ama biz gerçek hayatta kötülerle böyle karşılaşmıyoruz. Bu yüzdendir ki The Potrait of A Lady romanındaki Gilbert Osmond, Tony Soprano’nun tüm ağır aksiyonlu sahnelerine rağmen ondan daha ürkütücü olmuştur.
Gösteri ve melodrama, televizyonun kalbi olarak kalmaya devam ediyor çünkü ekonomik açıdan sürdürülebilir olması için geniş seyirci kitlesine ulaşması gerekli ve onlarda tüm yapımlarında bunu kullanıyorlar. Fakat Edebiyat’ın temeli olan ses, ton ve yazarın zihin dünyasının hissedilmesi görüntü de değil dilde varlık gösterir. Bu televizyondan memnun olmayacağımız anlamına gelmiyor fakat bize sadece edebiyatın verebilecek olduğu şeyleri televizyondan alabileceğimizi düşünerek kendimizi ahmak yerine koymayalım.
Adam Kirsch The New Republic’te kıdemli editör ve Tablet’te yazarlık yapıyor. İki şiir koleksiyonu ve birkaç romanı var. 2010’da yazdığı “Why Trilling Matters” romanı yakın zamanda Roger Shattuck Prize for Criticism ödülünü almıştır.
Mohsin Hamid
İster saatlerce televizyon izliyor olsunlar ister roman okuyor olsunlar, roman yazarlarına sorun ve hiç beklemeyeceğiniz cevaplar almaya hazırlanın.
Filmleri daima romanların daha dar bir hikaye anlatım formu olarak görmüşümdür. Bu bağlamda film, kısa hikaye ile roman arasında bir yere düşüyor. Uzun metrajlı bir film izlemek için bir buçuk saat , belki 2 saat, istisnai olarak 3 saat boyunca onun dünyasına dalarsınız. Okuması 3 saat süren bir roman ise kısa bir romandır ve bunun 5 katı süren romanlar sıradan romanlardır.
Televizyon daha geniş ve büyük bir alan. Biten bir bölümün ardından yeni bir bölüm, biten bir sezonun ardında yeni bir sezon gelir. Bir drama dizisi nihayete erinceye dek onlarca saatiniz alır.
Yazı kalitesindeki farklılıklar romanı öne çıkaran bir unsurdu. Film senaryoları güzel yazılabilirdi fakat romanlardan küçük olurdu. Televizyon geniş imkanlara sahipti ama senaryosu yetersiz kalırdı. Romanın Pride and Prejudice’sine karşılık televizyonun Dynasty’si vardı. Fakat televizyon son 10 yılda ciddi sıçrama yaptı. Oyunculukta, tasarımda, ve yönetmenlikte olduğu gibi senaryoda da gözle görülür bir gelişme yaşandı.
Son zamanlarda daha önce hiç görmediğimiz güzellikte televizyon yapımlarıyla karşılaştık: Mükemmel kültür betimleyicisi The Wire, göz kamaştırıcı bilim kurgu Battlestar Galactica, muazzam dönem dizisi Mad Men, sürükleyici fantezi Game Of Thrones, kendini keşfetme dizisi The Girls. Diziler yapıldığı ülkelerle sınırlı da kalmıyorlar. Pakistan, Hindistan, İngiliz ve dublajlı Türk dizleri burada (Pakistan) kapış kapış gidiyor. İnternet sayesinde Danimarka yapımı Borgen dizisini bile bulabiliyorsunuz.
Şimdi çok televizyon izliyorum. Yalnız değilim, iş arkadaşlarımın arasında bile. İster saatlerce televizyon izliyor olsunlar ister roman okuyor olsunlar, roman yazarlarına sorun ve (en azından bazen) hiç beklemeyeceğiniz cevaplar almaya hazırlanın.
Tüm bunların roman için bir krizi temsil ettiği izlenimi bana göre son derece doğru. Fakat krizler bazen fırsata dönüşebilir. Değişimi teşvik eder. Roman eğer roman olarak kalacaksa değişime devam etmeye ihtiyacı var. Roman yazarları yapılmayanı yapmalı.
Kanadalı yazar Sheila Heti şöyle diyor: “Roman yazarları, drama dizilerinin kusursuzluğunun kendilerini ipten aldığını bilmelidirler. Karakterler ve kurgu hakkında endişelenmelerine gerek yok çünkü seyirciler aradıkları kurguyu, karakterleri ve hikayeyi dizilerden alıyorlar. Bu sayede roman yazarları, yüzyıl önce ressamlık ve fotoğrafçılık da olduğu gibi diğer yönlere de açılabilirler. Romanlar drama dizilerinin asla yapamayacağı şeyleri yapmalı.”
Televizyon yeni roman değildir. Televizyon eski romandır.
Gelecekte roman yazarlarının kurguyu ve karakterleri terk etmelerine gerek yok fakat romanın tuhaflığını akılda tutmaları iyi olacaktır. Romanlar olağanüstü olan samimiyeti, geniş olan skalası, sinestetik ve linguistik olan yapısıyla nitelendirilir. Roman garip bir canavardır.
Televizyon, bize kendileri de küçük bir dünya olan bir grup insanın yaptığı küçük bir dünya verir. Roman ise hiyerogliflere tutturulmuş sesi, bir bireyin içinde kırılan titreşimleri verir.
Sufiler, hakikate ulaşmada iki yol söylerler: Birincisi; kâinata bak ve kendini gör ve ikincisi; kendi içine bak ve kâinatı gör.
Yolları bir noktada kesişebilir fakat televizyon ve roman zıt yönde yol alıyorlar.
Mohsin Hamid 3 romanın yazarıdır:PEN/Hemingway ödülü finalisti olan “Mooth Smoke”, filme uyarlanmış olan ve Newyork’ta en çok satanlar arasına girmiş “ The Reluctant Fundemantalist” ve son romanı “How to Get Filthy Rich in Rising Asia”
* ARC TV terimi yeni nesil HDMI girişli televizyonlar için kullanılıyor.